15 Ekim 2015 Perşembe

MANTIKSIZ ADAM (IRRATIONAL MAN)

Woody Allen'in en son filmi 'Maç Sayısı', 'Cassandra'nın Rüyası' hatta 'Suçlar ve Kabahatler' sularında ama onlar kadar iyi değil... Woody'nin Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza'sından etkilenip de uyarlama konusunda (mesela) Demirkubuz'dan daha hafif, daha Amerikan bir hava tutturma çabası her zaman takdire değer. (Sevgi ve nefretle bağlı olduğu 'ağır' Avrupalı ustalara, Fellini'ye, Bergman'a da aynısını yapar. Sonuç tabii her zaman bir başyapıt olmaz.) 'Mantıksız Adam' da ise, 'Suç ve Ceza' temasını alıp aslında sinsice Hitchkock'la karıştırıyor.

Lunapark bölümüyle selam çaktığı 'Trendeki Yabancılar'dan, 'Şüphenin Gölgesi'nden 'başkasının adına cinayet işleme', 'halim selim görünüşlü katil', 'kusursuz cinayet var mıdır?' temalarını aşıran film, 'yaşadığını hissetmek için kendine varoluşsal bir amaç bularak damarlarına yaşama tutkusu zerkeden' klişe felsefe hocasını gayet de donuk bir biçimde işliyor. Filmin anlatıcısı durumundaki Emma Stone ise bu karaktere yanıp yakılan parlak öğrenci rolünde önce güzel ve cazip, sonlara doğru ise 'adalet yerine gelmeli!' çığlıklarıyla sıkıcı. (Woody de durumun farkına varmış olmalı ki, Stone'un ağzından ona 'orta sınıf değerleri'ni itiraf ettiriyor.)

Filmde tutkuyla uzaktan yakından ilgisi olan tek kişi var. Kampüs femme fatale'i fen hocası Rita rolündeki Parker Posey; 'indie kraliçesi' Posey'i uzun zamandır filmlerde görmüyorduk. En son bir Hal Hartley filminde had safhada sıkılırken hatırlıyorum onu. Ortayaşlı, evliliğinden bıkmış, kampüse her gelen erkeğin tadına bakmaya kararlı 'Rita' (daha uygun bir isim seçilemezdi), felsefe hocası Joaquin Phoenix'in (role göbeğinden başka bir katkısı yok) tutkusundan çok daha gerçek bir tutkuya sahip; hayat boyu İspanya'ya gitmek istemiş zaten ve sahici bir hayatta kalma tutkusuyla yapıştığı bu adamla cehennemin dibine de olsa gitmeye hazır... Parker Posey, kaybedecek bir şeyi kalmamış Rita rolünde kötü kesilmiş kahkülü ve torbamsı bej elbiseleriyle filmin basbayağı en Dostoyevskiyen karakteri.
  
                         

9 Ekim 2015 Cuma

FİLMEKİMİ NOTLARI:

Yönetmenleri nesinden biliriz? Bazen şusundan busundan, bazen de filmleri belli bir biçimde bitirmelerinden. Michel Franco, bundan önceki ilginç filmi Lucia'dan Sonra'daki zengin oğlan-fakir kız-öfkeli baba hikayesinde genç, şımarık, hödük kahramanını aniden öldürerek herşeyden önce sınıfla ilgili sürprizli bir mesaj vermişti. Meğerse bu bahaneymiş, Franco sadece ani ölümlere, öldürümlere, ortadan kaldırmalara meraklıymış. 'Önemli bir sanat filminde oynuyorum' ifadesinden patlayacakmış gibi görünen Tim Roth'un hafif saplantılı Zebercetvari bir erkek hastabakıcıyı canlandırdığı, yaşlılık, hastalık ve ölümle kafayı bozmuş uzun, sıkıcı Kronik, yönetmenin bu kronik merakının altını çiziyor. Sanat sinemasının bu Dexter'inin bir filmini daha göreceğimi sanmıyorum.
FİLMEKİMİ NOTLARI:

CAROL, Todd Haynes'in Patricia Highsmith'in sonradan 'Carol' adıyla yayınlanan otobiyografik romanı 'Tuzun Bedeli'nden uyarlama filmi. İlk baştakiler hariç, Todd Haynes filmlerinin özelliği dönem anlatan dekor-kostüm, renk, müzik gibi şeylere fazlaca bel bağlamasıdır. Aşağıdaki gibi eşarp bağlamış kadınlar görürseniz bilirsiniz ki, Haynes'in ellili yıllar Amerikasının suçlu, gizli, hem donuk hem ışıltılı, idealize  atmosferindesiniz. Duygular hafif bastırılmış, bu yüzden sanki daha 'sexy', daha heyecan vericidir. 'Carol'ın farkı, bu tür kozmetik duygu durumu bildirimlerine mükemmel uygun bir yüz olmasına karşın oyuncu olarak bu 'kolaylığa' metelik vermediği anlaşılan Cate Blanchett. Arasıra Cahide Sonku'ya hatta Ayfer Feray'a

ve tabii bir sürü Hollywood ve 'Madmen' kadınına benzese de, Cate Blanchett belli ki kahramanın duygu durumlarını kurcalamayı daha ilginç buluyor, bunu da bize hissettiriyor. Daha tecrübesiz ve genç birini baştan çıkarmaya odaklanmış zengin, ayrıcalıklı kadından gerçekten aşık, silahlarını bırakmış bir kadına,  kaygılı anneden, savaşmaya karar vermiş eşe kadar genişliyor bu repertuar. Zekasıyla rolü kavrayan ve kuşatan bir oyuncuyu seyretmek müthiş zevk, bu yüzden de filmin son sahnesi 'efsane'. Blanchett tek bir close-up'da adeta görünmez, zincirleme bir 'kimyasal reaksiyon'la sosyal görevlerini yerine getirmekte olan Carol Aird'den zafer kazanmış bir kadına oradan da düpedüz aşık Carol'a geçiyor. Filmin ilk yarısında Audrey Hepburn'a ikinci yarısında Jean Simmons'a benzeyen Rooney Mara da ellilerin, altmışların Amerikan sinemasının suskun fakat kendilerince kararlı, başına buyruk şehirli kızlarının kusursuz bir örneği oluyor.  
  

8 Ekim 2015 Perşembe

FİLMEKİMİ NOTLARI- 2


'HASRET/ THE YEARNING/ SEHNSUCHT, 'Pazar/ A Tale of Trade- The Market' adlı tuhaf Türkiye komedisini şaşkınlıkla seyredip de bugün genellikle sadece Genco Erkal'ın ilginç rolü dolayısıyla hatırladığım İngiliz asıllı Almanya oturumlu 'Türkiye aşıklısı' Ben Hopkins'in yeni, aynı derecede tuhaf belfgeselimsi-hikayelimsi İstanbul filmi . Bu sinsi ve kendine özgü bir janr'dır; yabancı İstanbul'a gelir, İstanbul'un büyüsüne kapılır, dönmez kalır. Hopkins'inki tam öyle olmayabilir. 'Derin bir depresyondan yeni çıkmıştım, tek bulabildiğim iş bir televizyon kanalı için İstanbulla ilgili bir belgeseldi' diye başlayan film, 'İstanbul'un melankolisi benimkiyle örtüştü,' itirafıyla sona eriyor. Sözkonusu janr'a dürüst bir ek. Hopkins'in bulduğu güzel anlar, görüntüler, köşe-bucaklar, izlenimler hayaletler az gidip uz gidip iki oda bir sofa Hasret tangosunda billurlaşınca hafif bir Beyoğlu Çikolatası tadı kalıyor damakta ama olsun. 
FİLMEKİMİ NOTLARI:

Mustang delimsirek bir enerjiyle dopdolu bir film; Mavi Dalga'nın daha az terbiyelisi, İki Genç Kız'ın daha 'zamanı gelmiş'i... Deniz Gamze Ergüven, taşrada aileleri tarafından baskı altında tutulan, ergen enerjisiyle dolup taşan kızkardeşler hikayesini gene deli bir enerjiyle anlatıyor. Bu filmi 'Türkiye'de böyle şeyler olur mu?', 'Acaba taşra tam gerçekten böyle midir?' gibi sorularla seyredecekseniz seyretmeyin. Her yerde her zaman herşey olabilir, Türkiye taşrasında biryerlerde elbette Hello Kitty kızları da vardır; tabii ki, 'küresel' tabir edilen dünyamızda her an her yerde Hello Kitty kızlarına rastlayabilecek olmanız, aynı kızların son derece 'geleneksel' ve 'yerel' baskılar altında yaşayabilecekleri ihtimalini de ortadan kaldırmıyor. Enerjileriyle ve yaydıkları erotik ısıyla kızların Japon mangalarının okullu kızlarını, hikayeninse kaba hatlarıyla Sophia Coppola'nın 'The Virgin Suicides' filmini hatrlattığı 'Mustang' adı gibi doludizgin. Chick-lit'in aslında Küçük Kadınlar romanıyla başladığını idrak edenler bu filmde isyan bayrağını çeken bir 'Jo' karakteri bile bulacaklar... Özellikle erkek seyircinin hım-hım itirazlarına tokat gibi inecek, bol 'kız gücü' içeren film Türkiye'de, Türkiye'nin baskıcılığı üzerine ne söylense az geleceğini, söyleneceklerin iyice abartılarak söylenmesinde zarar değil yarar olduğunu düşündürüyor. Türkiye'de, derken; proje Türkiye'de çeşitli yapım firmaları tarafından geri çevrilmiş, sonunda da ağırlıklı olarak Fransız yapımı olmak 'zorunda kalmış'. Hayırlı da olmuş, Türk projelerinin sahip olmayacağı derecede ecnebi (yani, profesyonel) görünüşlü bir film çıkmış ortaya. Batılı görünüşlü filmler yapmak için çırpınan Türkiye sinemasında yeni bir imkan; Türkiye ve meselelerine ilişkin filmleri ille de Türkiye'den resmi, finansal ve entelektüel icazet almadan da yapabilme imkanı! Fransa'nın Yabancı Film Oscar aday adayı olan Mustang, bir de Fransa adına yabancı film Oscar'ını alırsa gerçekten çok eğleneceğim.